Yemyeşil manzaralı bir dağ yamacında durup manzarayı seyrederken ya da masmavi deniz kıyısında kumsalda öylece durup ufka doğru bakarken neden derin nefesler alırız, hiç düşündünüz mü? Doğa manzarası olmak zorunda da değil. Yaşamın bize sunduğu, karşımıza çıkardığı tüm güzel manzaralar karşısında istemsizce derin bir nefes alırız. Sanki o havayı, rengi, enerjiyi içimize çekmek isteriz. Öylece orada durup manzarayı seyretmekten çok daha kadim bir istektir bu. Yaşamı solumak, sanki ona karışarak bir parçası olduğumuzu hatırlamak isteriz. Bu davranışın öylesine bir davranış olmadığını, bir sebebi olduğunu söylesem? Aslında bu davranışın, muazzam işleyen bir sistemin muazzam işleyen bir parçası olduğumuz anlamına geldiğini? Bütün bunların da bilinç düzeyimizin ötesinde olduğunu…

Hindistan’da yaklaşık beş bin yıldır uygulanan, Sanskritçe’de “Yaşam Bilgisi” anlamına gelen Ayurveda isminde bir felsefe var. Bu felsefeye göre; insan, beşeri potansiyelinin en üst seviyesini gerçekleştirirken, yani kendi amacını gerçekleştirirken, her yönden dengede ve zinde kalmalı. Bunu sağlamak için ise yaşamı boyunca beş duyusunu kullanarak şifalanabilir. Yine binlerce yıldır uygulanan Kadim Nefes Teknikleri bunu sağlamaya yönelik bilinen en güçlü ve mucizevi teknik.
Doğru bir nefes aldığımızda, ki bu burnumuzla aldığımız taze bir nefestir; havayı temizleyerek ısıtır, nemlendirir ve vücudumuza alırız. Aynı zamanda koku duyumuzu uyarırız. Burnumuzdan nefes alırken sinüslerimizde “haberci” olarak nitelendirilen nikrik oksit denilen moleküller salınır ve bu moleküller sistemimize “dengeli ol” ve “düzenli çalış” mesajları yollar. Doğru nefes, fiziksel ve zihinsel temizlenme sağlar. Günümüz dünyasının en yaygın sorunu olan stresle başa çıkmamıza, işlerimize odaklanmamıza, ve tüm sistemlerimizin düzenli çalışmasına olanak sağlar. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere nefesin, beden, zihin ve ruh bağlantısıyla yakından ilişkili olduğu ve bizi muazzam işleyen bir parça yaptığı kesin. Üstelik nefes alarak istemsizce yaşama dahil olurken, bilincimizin ötesinde bir yerlerde daha büyük bir sistemin doğru işlemesine de yardımcı oluruz.
Nefes almak her gün yaklaşık yirmi üç bin kez, düşünmeden, istemsizce gerçekleştirdiğimiz bir eylem. Yaşamlarımız bu kadar buna bağlıyken, bu nefesi bize sağlayan, dahası yüzyıllardır yaşadığımız atmosferde tam olarak ihtiyacımız olan kadarını bize sağlayan şeyin ne olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Yaşamımızı devam ettirebilmemiz için havada olması gereken oksijen miktarı %20,95’tir. Ne eksik, ne fazla. Ve yüzyıllardır bu oran değişmeden günümüze kadar gelmiş. Birçok kişinin tüm dünyanın akciğerlerinin Amazon yağmur ormanları olduğunu söylediğini duyar gibiyim. Evet, Amazon yağmur ormanları dünya nüfusunun kullanacağı oksijenin 20 katı kadar oksijen üretiyor. Ancak bu oksijenin Amazon havzasından hiç çıkmadığını, Amazonda yaşayan canlıların hepsini kullandığını söylesem?
Amazon yağmur ormanlarının bu sistemde çok önemli bir rolü olduğu doğru, ama farklı bir yönüyle. Aslında hikayenin başlangıcı için tuzlu ve kurak çöller daha iyi bir başlangıç noktası. National Geographic araştırmalarına göre Afrika çöllerindeki kum fırtınaları Atlas okyanusu üzerinden günler süren bir seyahatle Güney Amerika kıyılarına, oradan Amazon yağmur ormanlarına geliyor. Ve görünüşe bakılırsa bu kum fırtınaları -yılda 27 milyon ton- Amazon havzasındaki bitki örtüsüne mükemmel bir gübre taşıyor. Amazon havzasındaki orman büyüyüp yağmur yağmaya başladığında Amazonun bu hikayedeki asıl rolü başlamış oluyor. Topraktaki suyu emerek yukarılara taşıyan ağaçlar güneşin ve rüzgarın etkisiyle üstlerinde akan nehire benzeyen bir katman oluşturuyor. Uzaydan görüntülenebilen bu uçan nehir, Güney Amerika boyunca ilerleyerek Ant Dağlarına kadar geliyor ve yaklaşık 6,5 km yüksekliğindeki dağlarla karşılaşınca yoğunlaşmaya başlıyor. Oluşan yağmur, kayaları aşındırarak Amazon havzasına oradan da okyanusa muhteşem toprak ve tortullar akmasını sağlıyor. Tabi kutuplarda bu işi on yıllar içinde buzulların ilerleyerek parçaladığı ve denize dökülmesini sağladığı kaya parçaları yapıyor. Ve işte tam bu sırada asıl boşrolümüz sahneye çıkıyor. Bu toprak ve kaya parçalarının taşıdığı minarel ve yapı taşlarını kullanan “Diyatom” ismi verilen minik canlılar. Saç telinden 4 kat daha ince olduğu söylenen bu minik canlılar bizim asıl oksijen kaynağımız. Uzaydan okyanuslar üzerinde gözlemlenebilen ve milyarlarcası bir araya gelerek yüz kilometrelerce yeşil ve mavi alanlar oluşturan bu minik canlılar oksijen üreterek bizlere oksijen sağlıyor. Aslında sadece yaşarken değil öldüklerinde de bu canlılar sistemde kalmaya ve sistemin işlemesine yardım etmeye devam ediyor. Araştırmalara göre ölen diyatomlar okyanus tabanında 800 metrelik bir katman oluşturuyor. Bu katmana “Deniz Karı” deniliyor çünkü okyanusun dibinde kar yağar gibi bir görüntü oluşturuyorlar. Ve milyonlarca yıl içinde sular çekilip bu deniz yatağı açığa çıktığında, bu katman tuzlu ve kurak bir çöl oluşturuyor. Amazondaki yağmur ormanlarının büyümesini sağlayan ise bu diyatom kabuklarının oluşturduğu çöl toprağı…
Sanırım hikayenin ana fikri ortaya çıktı. Doğru bir şekilde aldığımız bir nefes vücudumuzda “dengeli ol, düzenli çalış” mesajları yayan molekülleri aktive ederken, aslında tükettiğimiz bu oksijen, seyrettiğimiz orman ve deniz, tenimizde hissettiğimiz rüzgar ve güneş, hepsi birlikte tam bir denge içerisinde. Her birimiz varlığını bile bilmediğimiz muazzam işleyen bir sistemin küçük bir parçasıyız. İnsan her ne kadar kendini tüm canlıların üstünde, doğaya hükmeden bir canlı olarak görse de, sistem bizleri de bağrına basarak doğru bir şekilde işlemeye devam ediyor. Dünya tek bir yer. Ve hepimiz aynı yerdeyiz. Bir dahaki sefere bir manzarayla karşılaştığımızda, durup manzarayı seyrederken ve derin nefesler alırken belki tüm bunların bir anlamı daha olduğunu hatırlarız…